Issız istasyon
Gökçekısık... Tren yolu kenarında, sadece dikkatli yolcuların fark
edebileceği bir güzellik. Kayalara yaslanmış bir köy, yabanördekleri,
sukaplumbağaları, tür tür balıklara ev sahipliği yapan bir coğrafya.
Eskişehir'deki Gökçekısık, Porsuk Çayı'nın temiz kalabildiği ender
yörelerden biri.
Bir süre önce yaptığım uzun bir tren yolculuğunda, buğulu camın ardında akıp
giden manzarayı seyrederken uyuyakalmıştım. Bir ara geniş bir vadiden
geçtiğimizi farkettim. Vadi boyunca sürüp giden derin yarıklara, tepelere,
peribacalarına bakarken aceleyle haritayı çıkardım. Nerede olduğumu tam
olarak bilmiyordum ama Kütahya'yı geçtiğimizden emindim. Eskişehir'e
yaklaşmış olmalıydık.
Biraz sonra vadiden çıktık, masmavi pırıl pırıl akan bir çayın kenarından
kıvrıla kıvrıla ilerleyerek küçük bir istasyona geldik. Ani fren sesiyle
sarsıldı tren ve açılan kapıdan iki kişi indi. Sessiz, sakin bir köydü
burası. Sadece yolcu olduğunda durulan ufak bir istasyon. Köyün ismi, yani
Gökçekısık, her zamanki gibi istasyonun en görünen yerine yazılmıştı.
Haritada yer almadığından göz kararıyla işaretledim istasyonun yerini. Tren,
çalan tiz düdük sesi ile harekete geçtiğinde bir başka sürprizle
karşılaştım, istasyonun ilerisindeki evlerin hemen arkasında yükselen tepede
kayalara oyulmuş birçok oda vardı. Adeta Göreme'nin küçük bir kopyasıydı
burası. Tertemiz akan mavi çayı takip ederek uzaklaştı tren. Uyandığımda
İstanbul'a yaklaşmıştık. Acaba rüya mıydı gördüklerim? Emin olmanın tek yolu
ilk fırsatta oraya gitmekti.
Bölgeye ikinci gidişimde güneş yükselmeye başladığında, Eskişehir'i geçip
köy yollarına saptım. Yol üzerindeki ilk köy olan Kızılinler ile başladı
sürprizler. Yol kenarındaki büyükçe bir mağarada "hamam" yazıyordu.
Eskişehir sıcak su kaynaklarının üzerine kurulduğundan şehir merkezi kaplıca
ile dolu, hatta bu kaynaklar caddelere, semtlere bile isim vermiş: Hamamyolu,
Sıcaksular... Şehirden uzak bu köyde sıcak su kaynakları olması
şaşırtıcıydı. Kayalara oyulu mağaralara tırmandım, kullanılabilir olanları
köylüler tarafından ambar yapılmıştı. içlerinden bir tanesi epey düzgün
kesilmişti, pencere ve kapısı belirgindi. Hemen aşağıda yeni bir hamam, az
ileride de piknik yeri vardı. Sabahın erken saatlerinde kaplıcadan çıkan
Eskişehirliler Porsuk kıyısında bir kahvaltı keyfini kaçırmıyordu demek.
Porsuk Çayı'nı ve demiryolunu takip eden yolda ilerledim. Yeni başak veren
buğdaylar etrafı yeşil bir halı gibi kaplamıştı. Çay kıyısındaki pancar
tarlalarında çapaya başlamıştı işçiler. Gökyüzünde öbek öbek dağılmış
bulutlar, yol kenarlarında sarı, beyaz, kırmızı çiçekler. Yolculuğu keyifli
kılmak için her şey vardı. Bir tren geçti demiryolundan, daracık, bozuk köy
yolunda ise tek bir araba görünmedi. Demiryolu ve çay olmasa yanlış yolda
olduğuma inanacaktım. Nihayet uzaktan birkaç köy evi gözüktü. Gökçekısık
olmalıydı burası, oysa çok uzakta olduğunu sanıyordum. Köyün içinden geçip
asıl görmek istediğim yere, tepenin arkasında, kayaların içine oyulmuş
evlere yöneldim. Kayalıklara çıkış neredeyse imkansız gözüküyordu. Her taraf
evlerin çitleri, duvarları ile kapatılmıştı. "İstersen buradan geçebilirsin"
dedi bir ses. Baktım ahırda çalışan bir köylü. "Çok eskiden yapılmış bu
mağara evler. Ara sıra gelen olur, fotoğraflarını çekip giderler."
Ahırın içinden geçip mağaraların bozulmuş merdivenlerinden yukarı tırmandım.
Kayalar çabuk aşınan cinstendi. Bu yüzden doğal şartlar ve insan etkileri
basamakları un ufak etmişti. Mağara evden aşağıdaki vadide akan Porsuk Çayı
ve yemyeşil ova gözüküyordu.
Porsuk Çayı, Avrupa'nın en kirli çayı ilân edilmişti ama ne gam. O,
insanların rahatsız etmediği, mavi kalabildiği bir yer bulmuş kendine.
Söğütlerin, kavakların, tarlaların arasından, demiryolunun kıyısından
kıvrıla kıvrıla gürül gürül akıyor. Nasıl bu kadar temiz derseniz, Kütahya
civarından gelen atık ve kirli sular Porsuk Barajı sayesinde durulup
çökeliyor. Barajdan neşeyle çıkan berrak sulu Porsuk, Eskişehir'e kadar
temizliğin keyfini sürüyor. O da biliyor ileride bu sefer onarılamayacak
kadar kirletileceğini. Bu yüzden hoyratça kullanıyor kendine tanınan zamanı.
Her taşın üstünden çağlıyor, kenarındaki ağaçların gövdelerini yalıyor,
sakaların, bülbüllerin, çeşit çeşit kuşların şarkılarına katılıyor.
Çayın kıyısına indim, kıyıya vuran birkaç tatlı su midyesi kabuğu buldum.
Çocukken Porsuk'tan yakaladığım balıklar geldi aklıma. Kızılkanatlar,
dargınlar (Eskişehir civarında bıyıklıbalığa dargın denir), yakalanınca
kamış sopamı kıran kepenezler (bu da tatlı su kefalinin diğer ismi)... Hala
buradalar mı, yaşıyorlar mı? Ümitle çay boyu yürümeye başladım. Ağaçların
sıklaştıgı yerden bir şapırtı yayıldı. Suyun içindeki bir ağacın üzerinde
güneşlenen su kaplumbağaları art arda çaya atladı. Ben onları seyrederken
karşı kıyıdan yabanördeğinin çığlığı yükseldi. Çayın ilerisinde bir yere
kadar uçup yine saklandılar. Uygun bir yer bulup sessizce balıkları
bekledim. Az sonra ufak bir kepenez gözüktü, ardından diğerleri ve nihayet
tüm sürü. Ne kadar sevindim onları gördüğüme. Yaşıyorlardı işte.
Porsuk hiç olmazsa burada, Gökçekısık'ta ölmemişti. Direniyordu kirliliğe,
"Hiç olmazsa burada dokunmayın sularıma, arkadaşlarıma" der gibiydi...
|