ISPARTA
Davraz dağının eteklerindeki Isparta gül kokulu bir kenttir . Güllerin
kokusunu damıtıp, imbiklerden süzüp şişelere doldurmuş Ispartalılar yıllar
boyu. Bulgaristan’dan getirilmiş yağ gülleri sevmiş Isparta’nın toprağını,
iklimini; çoğaldıkça çoğalmışlar, güzelleştikçe güzelleşmişler. Gül yağı
olmuşlar, gül suyu olmuşlar.
Isparta sadece gülleriyle değil, semerleriyle de ünlü. Ispartalıların
yaptığı el işi semerler Anadolu’nun diğer yörelerinde de alıcı buluyor.
Isparta çevresindeki tarihi yerleşimlerden toplanan arkeolojik ve etnografik
eserler Isparta Müzesi’nde sergileniyor.
Isparta, Anadolu'nun batı
yakasında, Torosları yararak kuzeyini, güneyine ileten önemli bir kavşak
yeridir. Bu önemli kavşak yeri üzerinde kurulmuş oluşu, Isparta tarihinin,
Anadolu Tarihi ile birlikte incelenmesi gerektiği gerçeğini ortaya
koymaktadır. Şimdiye kadar yapılmış olan arkeolojik kazı ve incelemeler,
Anadolu’nun geçirdiği bütün tarihi olayların Isparta'da yapılmış olduğunu,
bu dönemlere ait kültür izlerine rastlanıldığını göstermektedir. Bu durum,
Türklerin Anadolu'ya girişlerini izleyen günlerden sonraki dönemlerde daha
da göze batmaktadır.
Isparta ili ile ilgili tarih öncesi ve tarih çağlarına ait bilgiler ve
incelemeler, bugün tam anlamıyla yapılarak, açıklığa kavuşturulmuş değildir.
Yakın tarihlerde, bu konuda olumlu çalışmalar yapılmıştır. Prof. H. Louis'in
Gümüşgün ve çevresinde, bir İngiliz bilim heyetinin 1911 yıllarında Bayat ve
çevresinde, Prof. W. M. Ramsey'in 1924-1925 yıllarında Yalvaç ve çevresinde,
Türk Tarih Kurumunun 1944 yılında kurduğu bir bilim heyeti tarafından
Gümüşgün, Gönen ve Kuleönü çevrelerinde yaptıkları incelemeler, bu olumlu
çalışmaların örnekleridir.
Osmanlı devrine ait kaynaklar ise; Katip Çelebi, Evliya Çelebi notları ile,
İbni Batuta ve bazı batılı seyyahların eserleri ve Osmanlı Devleti'nin resmi
belgeleridir. Son yıllarda monografik özellikler taşıyan incelemelere
rastlanmıştır. Ancak bunların büyük bölümün bugünkü yazıya çevrilmemiş oluşu
yararlanma imkanlarını kısıtlamaktadır.
Isparta'nın tarih öncesi ve tarih çağlarının ilk dönemlerinde önemli
yerleşme bölgelerinden olan Hacılar(Burdur), Sagalassus(Ağlasun) ve
Antiocheia (Yalvaç) çemberi içinde oluşu, tarihinin daha açıklığa kavuşması
için çevrede arkeolojik kazı incelemelerinin devamını gerektirmektedir. Bu
incelemeler yoğunlaştığı an, Isparta ve çevresinin gerçek tarihi ortaya
çıkacaktır.
ISPARTA ADININ KAYNAĞI:
Isparta adının kökeni hakkında çeşitli görüşler vardır. Böcüzade Süleyman
Sami'nin Isparta Tarihi'nde, Meydan Larousse'da, Kamus-ul Alam'da Isparta
adının, Pisidia şehirlerinden Baris'in yerine kullanıldığı ifade
edilmektedir. Baris adının Sanskritçe "Su" anlamına gelen "Vari" kelimesiyle
bağlantısı olduğu sanılmaktadır. Bu adın başına "Is" zarf edatı getirilerek
Isparita şeklini aldığı, galat olarak "Isparta" denildiği belirtilmektedir.
Diğer bir görüşü ifade eden Turhan Hikmet Dağlıoğlu ile Prof. Unger, Isparta
adının "Baride" kelimesinden geldiğini, bu kelimenin Hititçe, belki de Lidya
dilinden gelmiş bir sözcük olduğunu, Yunan göçmenlerin Anadolu'ya
gelmelerinden sonra. Baride adına "Eis" takısını ekleyerek, "İsbarida"
dediklerini açıklamaktadırlar. Daha sora bu adın Türkler tarafından
"Isparta" şeklinde kullanıldığı görüşüne, Prof. Osman Turan ve Prof. Ramsey
katılmaktadır.
Arap kaynaklarında Isparta adı, Sabarta(İbn-i Batuta'da) olarak geçmektedir.
Bu adın, M.Ö. VIII. yüzyılda, Karadeniz'in kuzeyindeki İskitlerce, güneye
sürülen Sabardai kavimlerinin ilimize yerleşmeleri sonucu, verildiği ifade
edilmektedir.
TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERDE ISPARTA:
Pisidya yöresinin önemli yerleşme bölgelerinden biri olan Isparta'nın, tarih
öncesi dönemlere kadar ulaştığı bilinmektedir. Yörenin yerleşme tarihi
Paleolitik dönemle başlamaktadır. 1944 yılında Şevket Aziz Kansu döneminde
yapılan incelemeler sonunda . Bozanönü Ovası'nın ortasında bulunan Kapalıin
Mağarası, üst Paleolitik eserleri vermektedir.
Keçiborlu'nun Gümüşgün yakınlarında Prof. Louis'in yaptığı kazılarda,
Mezolitik çağına ait "Mikrolit" adı verilen çakmak taşlarına rastlanmıştır.
Aynı yörede Şevket Aziz Kansu'nun 1944 yılında yaptığı kazılarda ele geçen
buluntular, Mezolitik çağının yörede yaşadığını, yaşayış özelliklerinin de
bunu doğruladığını, bu dönem insanın göl ve ırmaklarda besin sağlayarak,
topraklarda açtıkları çukurlarla, ilk ilkel sarnıçları yaptıklarını
göstermektedir.
Tarih öncesi çağın üçüncü dönemi, Neolitik devri olmuştur. Bu devire ait
Yeniköy Hüyüğündeki(Ş.Karaağaç) buluntular bunu doğrulamaktadır. Bunun
dışında, bugüne kadar bir yeni kalıntının bulunmaması, doğrudan doğruya
yeterli inceleme ve kazının yapılmaması ile ilgilidir. Bu dönem insanı,
avcılık ve toplayıcılığın yanı sıra, toprağı ekip biçmeğe, yerleşik köy
hayatına da başlamıştır.
Toprak Tok Hüyüğü ve Köşktepe'de rastlanan küp mezarlar ile ele geçen başka
buluntular, Isparta'daki yerleşmenin Kalkolitik dönemde de var olduğunu
göstermektedir. Kalkolitik dönem sonrası Tunç kültürleri, Pisidya ovasında
oldukça yaygın bir biçimde gözlenebilir. "Senirce Kültürü" olarak bilinen
Isparta'nın yaklaşık 15 Km kuzeybatısında yer alan Senirce Köyü
yakınlarında, 1911 yılında çıkarılan kültürün özünü teşkil eden yivli,
çizgili-kabartmalı, siyah-gri yada kırmızı-kahverengi el yapımı
çömleklerdir. Senirce'de ki kazının yanı sıra Isparta, Yalvaç, Atabey ve
Göndürlü'de yapılan yüzeysel araştırmalar bunların birer "tunç devri"
özelliği taşıdığını göstermektedir.
İLKÇAĞLARDA ISPARTA:
Isparta ve havalisinin yani Pisidya'nın eski şehirlerinden olan Baris'in
kimler tarafından ve ne zaman kurulduğu söylenemezse de; M.Ö. VI. yüzyıldan
itibaren mevcut olduğu sanılmaktadır.
Isparta'nın ilkçağlardaki tarihi, daha ziyade Pisidya bölgesinin genel
tarihi akışı içinde ele alınmalıdır. Anadolu’nun tarihi ve medeniyeti ile
yakından ilgisi olan Pisidya çevresi, Anadolu'da cereyan eden siyasi
olaylarda faal rol oynamış ve zaman zaman büyük devletlerin egemenliği
altına girmiştir.
Gerçekte, Isparta ve çevresinde Hititlere ait bazı eserlerin ele geçirilmiş
oluşu, bu bölgedeki Hitit hakimiyetine işaret ederse de,Isparta'nın bu
devirdeki şehir tarihini, tam anlamı ile açıklığa kavuşturmak mümkün
değildir.
Tarihi dönemlerde Hitit egemenliği altındaki bu bölgeye daha sonra İyonlar
ve Lidyalılar hakim olmuşlardır. Şehrin tam anlamı ile kuruluşu da Lidya
dönemine rastlamıştır. M.Ö. 546 tarihinde Persler'in Lidya Devleti'ni
yenmesi ve Anadolu'ya hakim olmaları ile Isparta, Persler'in üstünlüğünü
kabul etmek zorunda kalmıştır.
Persler'in Anadolu'ya sahip olmasından sonra, gerek bağımsızlıklarını elde
etmek isteyen Pers valileri, gerekse Küçük Asya'dan Mısır'a kadar uzanan
Pers hakimiyetine karşı ayaklanmış ve bu tür isyanlara Isparta ve çevresi de
katılmıştır. Gerçekte bu bölge halkının, öteden beri merkezi emirlere pek
uymayan topluluklardan ibaret olduğu anlaşılıyor. Nitekim Perslerin Anadolu
valisi genç Kyros, büyük kardeşi Artexerxes II'ye karşı yapacağı
ayaklanmayı, önce psidya halkı üzerine yöneltmiş ve bir sefer şeklinde
yöneltmek istemiştir. Her ne kadar bu olayda Kyros'un gerçek amacının
açıklığa çıkması görüşü hakimse de Pisidya halkının daha sonra Romalılar
devrinde de bu tutumlarını sürdürmelerini gözden kaçırmamak gerekir.
Öteden beri doğu-batı arasındaki çatışmaları önlemek ve babasının ortaya
attığı politikayı gerçekleştirmek isteyen Büyük İskender, M.Ö. 333 yılında
Lidya'yı alarak tarihi Asya Seferi'ne başladı. İskender Lidya'ya Nearkhosu
vali olarak atayarak Pisidya üzerine yürüdü. Önce Sağlassus'u alan İskender,
daha sonra Dinar'a geçerek Pisidya'nın tamamını, ülkesine bağlamış oldu.
Hellenizmin kuvvetli etkisi, başta Sağlassus(Ağlasun) olmak üzere Pisidya
şehirlerinde kuvvetle devam etti. Gerek İskender adına, Küçük Asya
şehirlerinde basılan sikkeler; gerekse, bugünkü canlılığını muhafaza eden
Ağlasun harabeleri bunu açık olarak ispat etmektedir. Bununla beraber, bu
dönemde Isparta henüz önemli bir mevkie sahip değildi.
Pisidya İskender İmparatorluğunun parçalanması ile Selefkosların hissesine
düştü. Daha sonra da Bergama Krallığı'na bağlandı. Bu Krallığın M.Ö. II.
Yüzyılda yıkılmasını izleyen günlerde, Romalılar Anadolu'yu ele geçirmiş
oldular.
Yukarıda belirtildiği gibi, bu devirlerde Isparta'nın merkezi bir rol
oynadığı görülmektedir. Ancak ilk çağda, yakının da kurulmuş olan Sağlassus
ve Isparta'ya 32 Km. mesafede olan Akrotiri (Eğirdir) önemli birer merkezi
şehir görevini görüyorlardı. Sebebini, bu şehirlerin savunmaya elverişli
olmalarında aramak gerekir. Aynı zamanda Pisidya çevresinde ve Isparta
civarında daha bazı şehirler, Isparta ile rekabet halinde ve hatta ondan
daha üstün durumda bulunuyorlardı. Şimdiki Atabey'in yerinde bulunan (Argos)
Bayat Köyü civarındaki tepe harabelerine rastlanan Selevcia, Sidera,
Gönen'in yerinde Conane şehirleri, bu merkezlerin başlıcalarını teşkil
ediyordu. Daha sonra bu şehirler, deprem ve istilalar yüzünden harap bir
hale gelmiştir. Bunun sonucunda, Isparta karşısında gerilemeye
başlamışlardır.
Ağlasun'un eski önemini kaybetmesinden sonra Isparta, Pisidya
Piskoposluğu'nun merkezi haline geldi. Bu suretle şehir büyük bir önem
kazanmaya başladı.
M.Ö. 190 yılında Selevkoslar, İmparatorları Antiochus III. başkanlığında,
Manisa yakınlarında Romalılarla karşılaştılar. Bu karşılaşmada Selevkoslar
yenilince ağır şartlarla Apemia (Dinar) Barışı'nı imzalamak zorunda
kaldılar. Bu barışa göre; Antiochus III. Anadolu'daki her türlü hakkından
vazgeçiyor ve Isparta çevresi Roma hakimiyetini kabul ediyordu. Romalılar
kısa bir süre için bu bölgeyi önce Pergamon, daha sonra da M.Ö. 36 yılında
Galatlara devretti. Daha sonra Galat Kralı Antiochus'un ölümü üzerine, bu
yöre tekrar Roma yönetimine bağlanarak "Colonia Caesar Antiocheia" adı
altında Roma askeri kolonisi haline getirilmiş oldu.
Roma yönetimi altındaki Isparta ve çevresi ilk defa büyük ilerlemelere sahne
olmuştur. Nitekim bu devrede şehirde para basılmış olması, Isparta’nın
önemli bir iktisadi merkez olduğunu ortaya koymaktadır. Bu dönemde
Isparta'nın en önemli yerleşim merkezleri (Agrai) Atabey, (Selevcia-Sidera)
Bayat, Uluborlu (Apolbuia), Yalvaç (Antiocheia), Sütçüler (Sağrak-Adada),
Şarkîkaraağaç (Neapolis), Gelendost (Dabenae)'dır. Sözü edilen merkezlerden
Hellenizmin son dönemlerinde kurulan Yalvaç (Antiocheia), Romalılar
döneminde büyük bir önem kazanmaya başlamıştır. W. Ramsey'in bu bölgede
yaptığı kazılar, Pisidya Antiocheia'sının tarihi rolünü aydınlatmıştır.
Burada bulunan Avgustus heykelinin başı, su kemerleri ve diğer kalıntılar,
Yalvaç'ın Romalılar devrindeki durumunu aydınlatmaktadır. Roma yönetiminin
ikiye ayrılması üzerine Isparta ve çevresi Doğu Roma İmparatorluğu'na
bağlanmıştır.
D-İSLAM-SELÇUKLU BEYLİKLERİ DÖNEMİNDE ISPARTA:
Roma İmparatorluğunun M.Ö. 395 yılında ikiye ayrılmasından sonra Bizans
İmparatorluğu'na bağlanan Isparta, VIII. ve IX. yüzyılda yapılan idari
ayırıma göre bir eyalet halini alıyor ve bir dini merkez niteliğini
taşıyordu.
İslam akınlarının Anadolu’ya yoğunlaştığı son dönemlerinde Avasım Bölgesi'ne
yerleştirilen Türkler ve Selçuklu Devleti'nin kurulması Anadolu'nun geleceği
için önemli tarihi olayların başlangıcı olmuştur. Bu akınların sonunda
kazanılan Malazgirt Meydan Savaşı, Bizans gücünü kırarak, bütün Anadolu
kapılarının Türklere açılmasına vesile oldu. Malazgirt Savaşından sonra
hızla Anadolu'ya yayılan Türkler (Selçuklular), kısa sürede Batı Anadolu'nun
bir çok yerlerini ele geçirdiler. Bizans tarihçilerinin kayıtlarına göre,
Anadolu'nun büyük bir kısmının 1018'lerde Türklerin eline geçtiği
bilinmektedir. Ancak Isparta'nın ne zaman Türklerin eline geçtiği açık
değildir.
Isparta çevresinin orta zamanlarda yaşadığı en önemli siyasi olay Miryo
Kefalon zaferi olmuştur. II. Kılıçarslan zamanında (1156-1192) yoğunlaşan
Bizans-Selçuklu mücadelesi, 17 Eylül 1176'da Anadolu Selçukluları'nın Bizans
ordusunu, Gelendost_Fatlin ovasında büyük bozguna uğratmasıyla sonuçlandı.
Bu zafer tarihçilerin ifadesiyle Anadolu'nun tapusunu Türkler kazandıran bir
zafer olmuştur. Zaferden dört gün sonra Gelende-Abed (Gelendost) andlaşması
imzalanmıştır. Isparta yöresi bütünüyle kesin olarak 1204 yılında,
Kılıçarslan döneminde Anadolu Selçukluları'na katılmıştır. XIII. ve XIV.
yüzyıllarda başta Kayılar olmak üzere, Afşar, Çavdar, Bayındır, Bayat,
Kınık, Salur, Eğrur gibi oğuz boyları yöreye gelip yerleşmişler ve birer uç
karakolu olmuşlardır.
XIII. yüzyıl başlarında yöreye yerleşen Teke aşiretine bağlı Türkmenler,
Anadolu Selçuklu Devleti'nin çökmesinden kısa bir süre önce Hamidoğulları
Beyliği'ni kurdular. (1300) Beyliğin kurucusu Feleküddin Dündar Bey, Beyliğe
büyük babası Hamid Bey'in adını koydu. Merkez olarak da önce Uluborlu'yu,
daha sonra da Felekabat (Eğirdir)'i uygun görmüştür.
Beylik, kısa sürede Yalvaç, Şarkîkaraağaç, Keçiborlu, Isparta, Burdur,
Gölhisar, Korkuteli, Antalya'ya kadar genişlemiş. Gölhisar, Korkuteli,
Antalya yöresinin yönetimi kardeşi Yunus Bey'e verilince, Beyliğin Teke kolu
kurulmuş oldu.
Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılışından sonra Konya'da kurulan
Karamanoğulları, bütün ülkeye hakim olmak istedi. Ancak Hamidoğulları'nın da
bulunduğu uç beyleri, bu teşebbüse karşı koyarak, bağımsızlıklarını korumaya
çalıştılar
Dündar Bey, XIV. yüzyıl başlarında oldukça güçlenerek, yöreye hakim olan ve
1314'de Anadolu'ya gelen Emir Çoban kanalı ile İlhanlılara bağlandı. Ancak,
1324'de İlhanlıların Anadolu Valisi Demirtaş, Hamidoğulları Beyliği üzerine
yürüdü. Dündar Bey'i Antalya'da öldürerek, yönetimini Yunus Bey'in oğlu
Murat Bey'e verdi. 1327'de Dündar Bey'in oğlu Hızır Bey, Anadolu'ya gelerek
tekrar yönetimi ele geçirdi. Hızır Bey'in ölümünden sonra 1327'de yerine,
Necmeddin İshak Bey geçti. Zamanında yeni düzenlemeler yapıldı. Ordu
güçlendirilerek Beyşehir ve Akşehir yöreleri beyliğe katıldı. İshak Bey'in
ölümünden sonra yerine, Gölhisar Bey'i olan kardeşi Mehmet Çelebi'nin oğlu
Muzafferiddin Mustafa Bey geçti. Onun döneminde beylik, en güçlü günlerini
yaşadı. Kesin ölüm tarihi bilinmeyen Muzafferiddin Mustafa Bey'den sonra,
oğlu Hüsamettin İlyas Bey tahta geçti. Bu dönemde Hamitoğulları ile
Karamanoğulları arasındaki mücadele yoğunlaştı. Karamanoğulları, beyliğin
bir bölümünü ele geçirdi ise de; Germiyanoğlu Bey'i Süleyman Şah'ın yardımı
ile kaybedilen topraklar geri alındı. Yerine 1374'de Kemalettin Hüseyin Bey
geçti. Hüseyin Bey aynı tarihte Karamanoğulları saldırılarını durdurmak
için, daha önce Eşrefoğullarından alınan Yalvaç, Şarkîkaraağaç, Beyşehir,
Akşehir ve Seydişehir yörelerini, 80.000 altın karşılığında I. Murat
döneminde Osmanlılara sattı. Kosova Savaşı'nda I. Murat şehit olunca,
Karamanoğulları, Hamidoğulları'nın topraklarını bütünüyle ele geçirdi.
Padişah oluşunu izleyen günlerde Anadolu'da Türk birliğini kurmaya önem
veren Yıldırım Beyazıt, Hamit iline yürüyerek 1390 tarihinde bölgenin
Osmanlılara katılmasını sağladı. Kemaleddin Hüseyin Bey'in 1391'de ölmesiyle
de Hamidoğulları Beyliği sona erdi. Yıldırım Beyazıt bu yörenin yönetimini
oğlu İsa Çelebi'ye bıraktı. Timur'un Anadolu’yu istilası sırasında bu yöre
Karamanoğullarına verildi ise de 1415'de tekrar Osmanlılara bağlanmıştır.
OSMANLILAR DEVRİNDE ISPARTA:
Isparta'nın Osmanlı Devleti'ne bağlanmasından sonra, XVI. yüzyıl başlarına
kadar önemli bir olay olmamıştır. Bu dönemlerde sancak beylerinin etkisi ile
imar faaliyetlerine hız verilmiştir. Firdevs Bey zamanında yapılan cami ve
bedesten, bu dönemin en önemli eserleridir.
Aynı yıllarda Isparta ve Uluborlu, Göller Yöresinin en önemli ticaret
pazarıydı. Özellikle Beylikler döneminden başlamak suretiyle Isparta, bir
dokumacılık merkezi olmuş ve dış pazarlarda önem kazanmaya başlamıştır.
XVI. Yüzyılın ilk yarısında, Osmanlı Devleti'ni uzun süre uğraştıran Şahkulu
ayaklanması, Isparta, Gölhisar, Burdur yörelerini de etkilemiştir. Bu
ayaklanma sırasında şehir yağmalanmış ve çok sayıda insan katledilmiştir.
Ayaklanma 1511'de Şahkulu'nun öldürülmesi ile sonuçlandırılmıştır.
Bu yüzyılın ikinci yarısında patlak veren Celali isyanlarından Isparta'da
nasibini almış ve ekonomik yönden büyük zarar vermiştir. Celali isyanlarının
bastırılmasından sonra Isparta, eski ekonomik yapısına kavuşmuştur. Evliya
Çelebi'nin şehri "Medine-i Müzeyyen" şeklinde tanımlaması, bayındır,
meyvadar, bağ ve bahçeleri bol, boyaları ve boyahaneleri zengin olarak
göstermesi bunu doğrulamaktadır.
Isparta'nın XVIII. yüzyılda, çeşitli deprem ve su baskınlarından zarar
gördüğü bilinmektedir. Nitekim, 1706'da Isparta'yı ziyaret eden Fransız
gezginci Paul Lucas, şehri, "yün, deri ve afyon ticareti ile zengin bir yer"
olarak nitelerken, aynı zamanda deprem ve su baskınlarından da zarar
gördüğünü belirtmektedir. 1780'de Gölcük Gölü'nün taşması ile meydana gelen
büyük sel, Tekke ve yayla mahallelerini tahrip etmiştir. Dönemin valisi Sait
Paşa'nın annesi Taçlı Hatun, bu felaketlerin önüne geçmek için Dere
Mahallesi'nde bir kanal açtırmıştır.
XIX. Yüzyılda Isparta bir veba salgını geçirmiştir (1830). Bu salgın sonunda
200-300 kişi hayatını kaybetmiştir. Aynı dönemde ilk kız Rüştiyesi, "İnas
Rüştiyesi" adı altında açılmıştır.
Bütün bu özelliklerine rağmen şehrin, 1899 ve 1914 depremlerinden büyük
ölçüde mal ve can kaybına uğradığı bilinmektedir. 1914 depreminde,
insanların işyerlerinde olmalarına rağmen 500'e yakın can kaybına yol açtığı
ve ekonomik zararın büyük olduğu ifade edilmektedir. Bu deprem sırasında
şehrin üç günde 467 defa sallandığı belirtilmektedir.
Osmanlıların son döneminde Eğirdir, ulaşım bakımından İzmir-Aydın
demiryoluna bağlanmıştır. Aynı günlerde, dokumacılığın makine ile yapımına
geçilmiştir.
MİLLİ MÜCADELEDE ISPARTA:
Yakın çağın başlangıcında (1914-1918), İngiltere ve Almanya arasında
başlayan ve dünyaya çeşitli yönlerden yeni bir çehre kazandıran I. Cihan
Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu'nu da etkilemiştir. 30 Ekim 1918 tarihinde
imzalanan Mondros Antlaşmasının 7. maddesi doğrultusunda, galip ülkeler,
daha önce kendi aralarında yaptıkları gizli antlaşmalara göre çeşitli
bölgeleri işgal etmeye başladılar.
Isparta, 1919-1923 yılları arasında Mütareke ve Milli Mücadele döneminde söz
konusu işgallerden en az etkilenen, sayılı illerden biri olarak kaldı.
Mondros ve yürürlüğe girmeyen Sevr Antlaşması'nda İtalyan nüfusuna bırakılan
Isparta, hemen hemen bütün Ege'ye yayılan Yunan işgaline uğramadı. Direnişin
büyük boyutlara ulaşması sonucunda İtalyanlar da Isparta'ya giremediler.
|