Adatepe... Kır
çiçeklerinin sarı yakamozlarıyla köpüklenen tepelerin yeşil denizi... Pırıl
pırıl dereler ve çınar gölgeleri... Çanakkale Boğazı'nın Marmara Denizi'ne
açıldığı noktada bir bahar molası, Lapseki'nin Adatepe köyü...
Ağaçların yeni yeni çiçeğe durduğu, tarlalarda ekinlerin göz
alıcı yeşilliğe büründüğü bir vakitte düştük yola. Hesapta olmayan yolların
bizi götüreceği yerlere varmaktı amacımız. Marmara Denizi'nin kuzey kıyısı
boyunca yol aldık. Tekirdağ'dan sonra dağlara vurduk. Baharı tüm coşkusuyla
yaşayan Işıklar Dağı'nın daracık yollarından ormanın, denizin ve şelalelerin
doyulmaz güzelliğini haritaya not ederek Gelibolu'ya, oradan da feribotla
Lapseki'ye ulaştık. Bandırma yönüne 20 dakika kadar devam ettikten sonra
sağa ayrılan yol kendine çekti bizi. Ufacık bir köyü, Hacıömerler'i geçtik
ve kenarından pırıl pırıl bir dere akan yolda ilerlemeye başladık.
‘‘Bu yol tee ormanın içlene kada gide.’’ ‘‘Siz nereye gidiyorsunuz?’’
‘‘Keçileri sağmaya.’’
‘‘Oğlak da var mı?’’ ‘‘Olmaz mı heç, hadi siz de gelin.’’
Rıza Amca'nın tepedeki ağılının kapısında, doğurgan baharın bir başka yüzü,
20 günlük ufacık bir köpek eniği karşıladı bizi. Bir yandan havlıyor, bir
yandan saldırmaya çalışıyor. Bu yaygaraya iri cüsseli ama uysal bir çoban
köpeği –sonradan babası olduğunu öğrendik– çıktı geldi. ‘‘Bunu anasından
yeni ayırdık’’ dedi Rıza Amca, yeni sağdığı sütü eniğe verirken. Gözleri
bile henüz doğru dürüst açılmamış minik yavru şapır şupur daldı çanağa.
Ağıl tahta çitlerle çevrili. İçinde onlarca keçi, aralarında bir iki
haftalık bir sürü oğlak... Rıza Amca, keçileri ağılın ilk bölümüne topluyor
ve ikinci bölüme açılan kapının yanına bir tabure çekip, önüne bir kazan
koyuyor. Oğlu da kaçan keçileri tutmak için az ileride yerini alıyor.
Keçiler her gün sabah akşam yapılan bu rutin işe alışmış. Hepsi hizaya
girmiş, sıralarını beklemekte. Kapıya gelen keçi kazanın önünde bekliyor,
sütü sağıldıktan sonra ikinci bölüme geçiyor. Kaçmak isteyenler de ikinci
bölümün başında yakalanıyor. Bu kalabalıkta birkaç oğlağı yakalamayı
başarıyorum. Kıpır kıpır bir sevgi yumağı kucağımda. Bırakmamla yalpalaya
yalpalaya annesine koşuyor. Minicik siyahlı beyazlı yavrulara epey telaş
yaşatıyoruz. ‘‘Kolay gelsin’’ deyip ayrılmak istiyoruz. ‘‘Bi saate kada eve,
Adatepe köyüne inicem. İrıza Amca nerde deyin gösterile, misafirim olun’’
diyor.
Baharın nefesi
Tekrar yola düşüyoruz. Alabildiğine yeşil her yan. Çiçeklerin sarısı uzaktan
bu yeşil denizin yakamozları gibi titreşiyor. Rüzgârın niyeti bozuk! Dağ
havasında harmanladığı yüzlerce çiçeğin kokusuyla
başımızı
döndürecek. Bir an gözlerimi kapatıyorum. Gözlerimin önünde uzanan güzelliği
zihnimde canlandırmaya çalışıyorum. Rüzgârın, börtü böceğin sesini
dinliyorum. Şu anda buradayım diyorum. Zamanı durduramayacağıma göre, ben
durup zihnimde demliyorum bu güzel anı. Gözlerimi açıyorum. Tanrım ne
müthiş! Buradayım.
Ormanın kıyısına vardığımızda yolumuz bir dere tarafından kesiliyor. Bu
civarda odukça az görülen temiz berrak bir dere bu. Ormanın içinden, ufak
şelalelerden dökülerek geliyor. Dere kıyısı büyük çınar ağaçlarıyla çevrili.
Mekanik bir ses, bir traktör motorunun hırıltısı, börtü böceğin sesini
bastırıyor. Bu, tepedeki arı kovanlarına giden Mustafa Bey. ‘‘Arılara
çıkıyorum isterseniz siz de gelin’’ diyor. Ve ekliyor: ‘‘Ama bu arabayla
çıkamazsınız, kasaya atlayın.’’ Traktör suları yara yara ilerleyip,
beklemediğimiz bir çeviklikle dağa doğru tırmanıyor. Tepede bir köy
kalıntısı ve güzel bir çeşme... ‘‘Burası Sarıpınar’’ diyor Mustafa Amca.
‘‘Eskiden burada bir köy vardı, sonra aşağıya göçüldü.’’
Az sonra kovanlara girip çıkan arıların uğultusu kaplıyor etrafı. ‘‘Arı
gelince hiç kıpırdamayın’’ uyarısıyla siper alıp seyrediyoruz. Kovanların
yanındaki sandıktan özel elbisesini çıkarıp giyiyor. İlk kovanı açmasıyla
arılar bir bulut gibi yayılıyor. Kovanlar daha yeni kurulmuş. Açtığı kovana
arıların düzgün petek yapması için ince bir mum tabakası takılı çerçeve
koymayı unutmuş. Arıların gelişigüzel yaptığı petekleri yenileriyle
değiştiriyor. Çıkarılan doğal peteklerde bal birikmeye başlamış bile. ‘‘Al,
tat bakalım.’’ Ağzıma attığımda, sanki yüzlerce çiçeği birden kokluyorum.
‘‘Bu iş tam emekli işi. Emeklile ne bulur şeherde bilemem. Yaşım olmuş
altmış beş. Benim yaşımdakile şeherde bastonlan geziyo.’’
Dönüşte Adatepe’ye uğrayıp Rıza Amca'yı soruyoruz. ‘‘Rıza mı?’’ ‘‘Hani dağda
ağılı, keçileri var.’’ ‘‘Hee, İrıza desenize.’’ Çalışırken buluyoruz onu.
‘‘Hoş gelmişsiniz, gelecekle diyom inanmeyola bana, iyikin geldiniz. Oturun
bi sofra kuram size."
Bahçeye “bohça” seriliyor, ne varsa dökülüyor üzerine... "Eskiden bu köy,
sizin gittiğiniz o Sarıpınar'daydı, heyelan olunca buraya göçtük, altmış beş
haneydik. Devlet ev yaptı, arsa verdi. Sonradan 500 haneye çıktık. Aşağıdaki
sahili de emeklilere sattık, oraya sitele yapıldı.’’
Aklına ansızın gelmiş gibi ekliyor: ‘‘Bak buralara yerleşmek isterseniz arsa
benden, gelin ev kurun.’’
Daha fazla oyalanırsak bizi kandıracağı besbelli. Ayrılırken sahilden
geçiyoruz. Yazlıkçıları bekleyen boş bahçelerde martıların çığlıkları
yankılanıyor.
|