Alaçam... Uludağ'ın sakladığı,
ormanın gölgesinde bir vadi... Kışın ya da bahar sabahlarının
ayazında donarak billursu görüntüler sunan Deliçay Deresi ve şelaleler
oluşturarak dökülen suyu... Uludağ'ın yamaçlarına tutunan Gürcüler ve
onların dört mevsim yeşilliklere boğulan köyü...
Kalın ve tok sesiyle Alaçam'ın gür ormanını anlatıyordu Alaaddin Yeni:
‘‘Buranın ormanı sıktır, tazedir. Ağaçlar kart (yaşlı) olmayacak.’’ ‘‘Taze
orman daha mı iyi?’’ diye sorduğumda bir an duraksadı, düşündü.
İri kıyım gövdesini masanın üzerine devirip küçük koyu yeşil gözlerini
gözlerime dikti.
‘‘Senin ameliyat yaranla benimkisi aynı anda iyileşir mi? Sen gençsin, erken
iyileşirsin. Yaşlı olduğum için benim yaram geç iyileşir. Ağaç da böyle
değil mi?’’ Yaptığı benzetmeye sevinerek köy muhtarına döndü: ‘‘Biz yılların
tecrübesiyiz. Ormanla yaşıyoruz’’ dedi.
Uludağ'ın kuzeydoğu yamacındaki, Bursa'nın Kestel ilçesine bağlı Alaçam
köyünde ikinci günüm. Öğle sonu muhtar ve çiftçi Alaaddin Amca'yla iki
katlı, taş duvarlı köy kahvesinin alt katındaki sandalyelere oturmuş, 1893
göçünü, Gürcü dedelerinin kurduğu Alaçam'ı, Gürcülüğü, köylülüğü ve ormanı
konuşuyoruz. Muhtar Mehmet Damar, çevresindekiler tarafından sözünün
kesilmesine aldırmadan köyün geçmişini anlatıyor:
‘‘Biz Gürcü'yüz. ’93 göçmenleri derler bize. Osmanlı'yla Ruslar arasında
savaş çıkınca Artvin'in Murgul ilçesinden 121 yıl önce göçüp Bursa'ya gelmiş
dedelerimiz. O zaman Bursa'nın başı Ahmet Vefik Paşa'ymış. Paşa, Araba
Yatağı'nda (şimdi Yıldırım ilçesine bağlı bir mahalle) kalın demiş.
Dedelerimiz orada durabilir mi? Paşaya çıkıp, ‘sıtmadan yatamıyoruz’ diye
yakınmışlar. Paşa da ‘nereye isterseniz oraya oturun’ deyince 25 haneyle
gelip buraya yerleşmişler’’ diyor.
Bursa'ya göçen Gürcülerin buradaki tarihini somutlaştıran birçok köyden biri
Alaçam. Osmanlılarla Ruslar arasındaki 1877-78 savaşı yüzünden Kafkaslar'dan,
Artvin ve Batum'dan Anadolu içlerine büyük bir göç yaşandı. Gelenler
arasında Gürcüler de vardı. Bunların büyük bölümü Bursa ve çevresine
yerleştirildi. Dağlık bölgelerde yaşamayı yeğlediler. Alaçamlılar da eski
yaşamlarının benzerini Uludağ'ın yamaçlarında, yaklaşık bin metre
yükseklikte buldu.
Muhtarın anlattığına göre, eski adı Teşvikiye olan köye, çamlarla çevrili
olduğu için Alaçam deniyor. Adına bakmayın, Alaçam'ın karaçamlarında,
köknarlarında dört mevsim yaşayan renk yeşildir; muhtarın gözlerinde ve
Uludağ ormanındaki gibi.
Muhtardan rehberlik edecek birini bulmasını istiyorum. Köydeki üç
kahvehaneden birini işleten Ali Fuat adlı genç Gürcüyü görevlendiriyor. Bir
traktör kiraladık. Güleç yüzlü biri Ali Fuat. Bir gün önce tanıştığım
“Çayır” lakaplı Ali Demirağa'yı da yanımıza aldık. Yüz elli haneli Alaçam
köyünün hemen güneyinden yükselen Uludağ'ın sarp yamaçlarının yolunu tuttuk.
Dik dağlar gökyüzünün yarısını kaplıyor. Orman dağlara sıvanmış. Gökyüzünün
mavisinden yoksun, bulutlu ve gri bir ilkbahar mevsimi. Uludağ'ın yüksekleri
savrulup uçuşan puslara batıp çıkıyor. Bazen dağların yamaçlarından
eteklerine inceden dağılıyor pus. Hele üzerine güneş vurunca dağları saran
ışıklı perdelere benziyor.
Yağmur ve eriyen kar suları döne dolaşa yükselen yolumuzda derinliği yer yer
yarım metreye varan yarıklar açmış. Kayın ve kavak ağaçları arasına
karaçamlar dağılmış. Orman içindeki açık alanların bir kısmı elma ve kiraz
bahçelerine dönüştürülmüş. Çayır Ali, yol kenarındaki karaçamın dalları
üzerine bir insanın oturabileceği genişlikte derme çatma yapılmış yeri
göstererek, ‘‘gözetleme yerleri. Geceleyin kirazları, elmaları yiyen, meyve
ağaçlarına zarar veren ayıları bahçeye sokmamak için’’ diyor. Söylediğine
göre, Uludağ'da tek tük de olsa ayı yaşıyor. Bir iki ay önce ormandaki küçük
bir düzlükte gördüğü ayının, kendisine saldırmadan sessiz sedasız ormanda
kaybolup gittiğini anlatıyor. Yol boyunca birkaç tane ayı gözetleme yeri
daha gördük.
Karaçamlar seyrekti. Ama kokuları bütün ormana yetiyordu. Çam çırası nasıl
güzel, hoş kokuyorsa bu ağaçlar da öyle kokuyordu. Alaaddin Amca'nın köy
kahvesinde dediği gibi ‘‘orman gençti’’, yeşildi. Zaman bu dağlarda, gözün
görebildiği tüm tepelerde, vadilerde ve yamaçlarda katıksız, som bir yeşilde
akıyordu.
Köylülerin Umurbey dedikleri tepelik bölgeyi geçtik. Burada mor, sarı ve
beyaz çiçekler küçük çayırlık düzlüklere renkli boncuk taneleri gibi
serpilmiş. Batıda derin bir vadinin öte tarafında Yaylım Tepesi, doğuda Düge
Tepesi yükseliyor. İki tepenin yamaçları kalın gövdeli ve minare boyu
yüksekliğindeki Uludağ köknarlarıyla dolu. Kayınlar, karaçamlardan sıyrılıp
köknarlara karışıyor yükseldikçe. Bentbaşı Yaylası'na ulaşıyoruz. Burada on
kadar yayla evi var. Evler tümden ahşap. Tahtaları kararmış. Evlere yöre
insanı ‘‘küme’’ diyor. Bazı kümelerin kapısı açık. Odalarda bir karyola, bir
kat yatak yorgan, üç beş kap kacak var. Kümelerin çevresini patates ve
çileklerin ekili olduğu ufak tarlalar almış. Alaçamlılar, haziranda Bentbaşı
Yaylası'na çıkıp eylüle kadar kalıyor; bu sırada da çilek ve patateslerin
hasadını yapıyor.
Köknarlar Bentbaşı Yaylası'nda iyice çoğalıyor. Dal uçları yeni sürgün
vermiş. Tazecik ve yumuşak. Zamanla yeşile dönecek bir sarılıkta. Parlak
sarı sürgünler ışıklı halkalar gibi, tepeden tırnağa sarmış koyu yeşil
Uludağ köknarlarını, köknarlar da dağların yükseklerini. Bu ağaçlar, endemik
bir köknar türü. Türkiye'ye özgü. Boyları 30-40 metreye ulaşan birinci sınıf
orman ağacı. Yaşama sınırı yüksekliği 2 bin metreyi geçebiliyor.
Bu dağların suyu bol. Yamaçlardan berrak sular damar damar akıyor. Kana kana
içilemeyecek kadar soğuk. Birleşerek derecikleri, derecikler de Alaçam'ın
batısından köpürerek akan Deliçay Deresi'ni oluşturuyor. Bu dereyi köydeki
ilk günümde görmüştüm. Köyün doğusundaki karanlık bir vadinin tabanında
derin ve dik yatağında köpüklenerek, hoyratça akıyordu. Yaklaşık on metre
yükseklikteki kayalıklar arasından sert bir düşüşle beyaz bir şelaleye
dönüşüyordu. Delirmiş gibi. Uğultusu yatağından dağlara yükseliyordu.
Tepelik bir yer olan Çataloluk bölgesine geliyoruz. Sislerin arasında
kocaman bir kar kütlesi belirdi yolumuzun üzerinde; toprak bulaşığı, beyazı
bozarmış. Çayır Ali'yle Ali Fuat'ın yüzünde şaşkın bir gülümseme var.
‘‘Başka yol var mı?’’ ‘‘Yok’’ diyor Çayır Ali.
Eğer kar olmasaydı kısa sürede Dereyayla'ya varabilecektik. Üstelik bu yol,
Alaçam'da ve çevre köylerde Yedigöller denilen bölgeye de ulaşıyordu.
Yedigöller, 2 bin 543 metreyle Uludağ'ın en yüksek doruğu Karatepe'nin kuzey
yamacında sıralanıyor. Adında yedi göl var, ama bu Alaçamlıların söylediğine
göre. Kimi kaynaklarda dört göl ismi geçiyor. Aynagöl, Karagöl, Kilimligöl
ve Buzlugöl'e, Çayır Ali Heybeligöl ile adsız iki küçük gölü de ekledi, oldu
yedi göl. Bunlar, buzul aşınımıyla oluşan buz yalağı gölleri. Oluşumları
yaklaşık 1.6 milyon yıl öncesine uzanıyor.
Kar geçit vermiyor, çaresiz Çataloluk'tan geri dönüyoruz. Yol kenarında üç
beş tane kalın gövdesi kuruyup çürümüş köknar gördüm. Bazıları toprağın bir
karış yukarısından kesilmiş. Çayır Ali bu ölü ağaçlarla ilgili diyor ki,
‘‘Bunların içinde define arıyorlar. Onun için kesmişler ağaçları.’’ ‘‘Ağacın
içinde define ne arasın Ali?’’ ‘‘Eskiden eşkıyalar varmış bu dağlarda.
Eşkıyalar hazinelerini yaşlı ağaçların derin kovuklarında saklarmış. Yıllar
önce adamın biri, bu köknarlardan birini yakınca içinden altınlar
dökülmüş.’’ ‘‘Sen gördün mü bu altınları?’’ ‘‘Defineyi bulan, gösterir mi
altınlarını!’’ diyor Çayır Ali gözlerini ayırarak.
Kayak merkezi açılsın, gençler kayak hocası olacak" diyor Muhtar. "Burada
kayak merkezi olup da bize faydası olmaz mı?" Faydasını şimdiden görmeye
başlamışlar. Çevre köylerde 1 milyar liraya satılan bir dönüm tarlanın
fiyatı Alaçam'da en az 2 milyarı buluyor. Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı
Erdem Saker'in anlattığına göre, proje çerçevesinde Alaçam'ın kuzeyinde bin
800 ile 2 bin 400 metreleri arasında uluslararası standartlarda kayak
merkezi yapılacak. Yeni kayak merkezi Alpler'deki kayak pistleri
standartlarında olacak. Alaçam ve çevre köyler, yaşayan kültürleri
bozulmadan konaklama bölgesi olarak düzenlenecek.
Karanlık kavuşmadan köye indik. Çayır Ali, ‘‘Bize gidip yemek yiyelim’’
diyor. Daveti ısrar edilmeden kabul ediyorum. Ali'nin evi köyün yukarısında.
Görünce şaşırdım. Ev üç katlı. Villa gibi güzel. Yemekten sonra köyün taş,
ahşap ve tuğla evleri arasından çıkıp sessiz sedasız kahveye doluşan yaşlı
köylülere karışıyoruz. Kahvenin üst katında da gençler toplanıyor.
Televizyon sesine karışan bol gürültülü konuşmalar dolduruyor ortalığı.
Birbirleriyle genellikle Gürcüce konuşuyorlar. Kahvedekilerin çoğu elli
yaşın üstünde; başlarında nakışlı bereleri var. Gözleri yeşil, mavi. Tenleri
açık. İri burunlarının üstü çıkıntılı. Çehrelerdeki tipik Karadenizlilik
portresi arada bir yöre şivesiyle konuşulan Türkçe ile tamamlanıyor. Az da
olsa yaptıkları Türkçe sohbetlerde her cümle ‘‘yav’’la başlayıp ‘‘yav’’la
bitiyor.
Geceye yakın vakitte boşaltılan kahveler, sabahın beşinde bu kez namazdan
çıkan yaşlıların ilk çaylarını yudumladıkları yer oluyor. Sonra sütçüler
peyda oluyor. Ev ev dolaşıyorlar köyü. Beyaz başörtülü kadınların yeni
sağdıkları, buğusu üstünde sıcak sütleri satın alıp o gün Bursa'ya
götürüyorlar.
Her köylünün bayır arazilerde ortalama 70 dönüm tarlası var. Köyün içine
kadar sokulan ufak tarlalara ahududu ekilmiş 7-8 yıl önce. Bir daha da
sökülmemiş. Boyu bir metreye varan ahududu, fasulyeye benziyor. Köküne
‘‘ocak’’ deniyor. Her yıl bir haftalık çilek hasadının hemen ardından
haziran boyunca ahududu hasadı yapılarak ortalama 120 ton ürün kaldırılıyor.
Kadınların, gündüz tarlalarda yağmurla çamurlaşan topraklardan zararlı
otları söken elleri, akşamları sütten yaptıkları ‘‘minci’’ yemeğiyle Gürcü
mutfak geleneğini yaşatıyor. Ya erkekler? Onlar da 121 yıl önce Murgul'dan
getirilen ve düğünlerde körüklenerek çalınan akerdeonlarla horon tepiyor.
Akerdeon çalma geleneği de dördüncü neslin yetenekli birkaç gencine emanet.
Bir öğle sonu yine kahvedeydim. Yavaş yavaş dolmaya başladı kahve; Muhtar
Mehmet Damar, eski muhtar Necati Kılıç, yaşlı kırışık yüzlü, gözleri
pırıltılı Murat Elagöz, köydeki bütün olaylardan haberdar olduğu için
‘‘Gazeteci’’ lakaplı Hüseyin Sontan, Alaaddin Amca ve diğer köylüler...
Birbirlerine şaka yapıp eğlenmedikleri gün yok gibi. Şakalara kurban giden
genellikle "Gazeteci" Hüseyin Sontan. Başındaki berenin üstüne habersizce
konulan kağıdı verip ateşe, gülüyorlar haline.
Gülerken, yaşlı bedenleri sandalyelerin üzerine çöküp de uyuklarken, tarlada
çalışırken sessizce bir umudu besliyor bu köyüler. Umudun adı, Uludağ Alaçam
Dört Mevsim Projesi. Alaçamlılar, projeden memnun. Parasızlığın canlarına
tak ettiği zamanlar olduysa da, her biri sabır taşı kesilerek, Bursa
Belediye Başkanı Erdem Saker'in tavsiyesini tutup topraklarını satmamışlar.
Buradaki hayatın resmini biraz daha iyi çizebilmek için o gün oturduğum
kahvede, öğleden akşama kadar köy meydanından gelip geçenleri izledim. İlkin
on yaşlarında, başları örtülü üç kız çocuğu geçti. Kahvenin biraz
yukarısındaki yatılı Kuran kursundan geliyorlardı. Sonra Bursa Tarım İl
Müdürlüğü'nden bir veteriner jiple gelerek bir ineğe boğa spermi enjekte
edip “tohumlama” yaptı. Saat 16:00'da bir okul servisi geldi. Erkek
öğrenciler itişe kakışa indiler. Kestel'deki ilköğretim okulunda
okuyorlardı. Başı örtülü genç bir kız traktör sürerek geçti meydandan. Köyde
traktör kullanan daha dört beş kadın olduğunu söylediler. Bu sırada kız
öğrencilerin okul servisi geldi Kestel'den. Birçoğu sarışın, ince boyunlu ve
yeşil gözlü. Akşam namazı için 25 kadar çocuk çift sıra halinde kahvenin
önünden geçti camiye doğru. Hepsi lacivert ceketli, bazıları beyaz takkeli.
İçlerinden kahvedekilere gayet ciddi bir yüz ifadesiyle ‘‘Selamünaleyküm’’
diyenler oldu. Kuran kursunda yatılı olarak kalıyorlar. Bir kısmı Yıldırım,
Gürsu ve Kestel ilçelerinden, kimileri de Aksu, Çataltepe gibi çevre
köylerden gelmiş. Hepsinin cebinde otuz üçlük tesbih var. Ardından bir
çocuk, akşamın alacakaranlığında meydandan traktör sürerek geçti. Peşinden
karanlığı da sürükledi. Vakit geceye dayandığında sesler cılızlaştı,
duyulmaz oldu; Alaçam silikleşti görünmez oldu.
|