TOPKAPI SARAYI
Osmanlı İmparatorluğu'nun
Başkent İstanbul'da yönetim sarayı ve hanedanlık ikametgâhı
olarak kullanılan Topkapı Sarayı, Fatih Sultan Mehmed'in
İstanbul'u fethetmesinden kısa bir süre sonra 1473 yılında
tamamlanmıştır. Osmanlı hanedanı, Topkapı Sarayı'nı 19.
yüzyılda Boğaziçi Sarayları'na yerleşene kadar kullanmıştır.
Saray, Cumhuriyet'in İlanı'ndan sonra 3 Nisan 1924'te
Atatürk'ün emriyle müze haline getirilmiştir. Çeşitli
dönemlerde, değişik sultanların emirleriyle yapılan ek yapılar
ve yenilenmelerle görkemli bir boyut ve işlev çeşitliliği
kazanan saray, bu görünümüyle Osmanlı devlet kurumlaşmasının
bir yansıması olmuştur. Osmanlı saray protokol ve
hiyerarşisinin zamanla kazandığı görkem ve çok ünitelilik
Topkapı Sarayı mimarisine de yansımış, hatta devletin
yükselişi ve çöküşü de sanatsal anlatımını bu sarayda
bulmuştur. Tüm bu büyük geçmişi dekorlayan dramatik olaylar
süreci ile saray, dünya müzeleri arasında tarihsel yaşantısı
ile günümüze ulaşabilmiş ender örneklerden biridir. Fatih
Sultan Mehmed'in İstanbul ile sembolleşen Bizans ile birlikte
Ortadoğu'nun imparatorluk geleneğine de varis olması, göreceli
olarak dinamik ve göçer Asya-Anadolu geleneği ile yoğrulmuş
olan önceki Osmanlı yönetim sisteminde önemli nitelik
değişmelerine neden olmuştur.
Bu özelliğin sultan ve ailesiyle bütünleşen mutlak idare
kavramına güç verdiği ve saray kurumunun Fatih Kanunnamesi ile
bilinçli olarak bir imparatorluk sistemine uyacak şekilde
hiyerarşik kademelenme ve görkem kazandığı görülür. Bu nitelik
değişiminin unsurları aşamalı olarak Topkapı Sarayı'nda
görülebilir. Topkapı Sarayı, İstanbul Topografyası'nı
oluşturan Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Haliç arasında
tarihsel İstanbul Yarımadası'nın ucundaki Sarayburnu'nda
Bizans Akropolü üzerinde inşa edilmiştir. Saray, kara
tarafında Fatih'in yaptırdığı Sur-u Sultani, deniz yönünde ise
Bizans Surları ile şehirden ayrılmıştır. Çeşitli kara ve deniz
kapılarıyla saray içinde değişik işlevleri olan kapıların
dışında anıtsal giriş, Ayasofya arkasındaki Bab-ı Humayun'la
(Saltanat Kapısı) sağlanır. Yüzyıllar boyunca her türlü görkem
ve protokol detaylarının yaşandığı sarayda sağlam devlet
anlayışının gereksindiği işlevsel sadeliğin mekâna yansıması,
daha girişte başlamaktadır. Bu kapı, aslında 15. yüzyıldaki
karakterleriyle bir kale-saray olan yapının görünümüne
uygundur. Halkın da girebildiği bu kapının üzerinde 19. yüzyıl
sonlarına kadar ayakta kalan bir köşk vardı ki, bu yapıda
alayların izlendiği ve özel hazinelerin saklandığı bilinir.
Sarayın I. yer olarak adlandırılan en geniş avlusu, Haliç ve
Marmara yönünde uzanan Hasbahçe'den ancak ana eksende oluşuyla
ayrılır. Bab-ı Hümayun ile iç sarayın başladığı Bab-üs Selam
arasında yer alan bu alanda iki yanda sarayın büyük ölçüde
günümüze ulaşmamış olan ve Bostancılar denetimindeki Birun
(dış) hizmet binaları vardır. Solda odun ambarları, cebehane
olarak kullanılan Hagia Eirene Kilisesi, 18. yüzyılda
yenilenip genişletilen darphane binaları günümüze ulaşan
yapılardır. Saraya gelen devletlilerin ve yabancı elçilerin
atlarını bağladıkları bir revak önünde Deavi Kasrı denilen
dilekçe dairesi ve Ebniye-i Hassa ambarları arka arkaya
sıralanırlardı.
Sağda ise sırasıyla Gülhane Hastanesi, Has Fırın ve sarayın su
dağıtım sistemini oluşturan Dolap Ocağı birinci avluyu
sınırlayan yapılardı. Her dönemde sarayı çevreleyen Hasbahçe
çeşitli köşklerle doluydu. Bu köşklerden ilki, Bab-ı Ali
karşısında çokgen bir burç üzerinde yükselen Alay Köşkü'dür.
Sultanların çeşitli alayları seyrettiği bu mekân, 19. yüzyılda
Ampir üsluba uygun olarak yenilenmiştir. Haliç yönünde ve
Sirkeci tarafında çokgen bir açık seyir köşkü olan Yalı
Köşkü'nde padişahlar her sene donanmanın denize çıkışını
seyrederdi. 19.yüzyıl sonlarında demiryolunun bahçeden
geçirilmesi nedeniyle bu köşk yıktırılmıştır. Günümüze ulaşan
bir 17.yüzyıl yapısı olan klasik karakterli Sepetçiler
Kasrı'ndan harem halkının bu törenleri izlediği sanılır. Bu
alanda bostancılara ait çeşitli koğuş ve yapıların yanı sıra
en ünlü köşk, Fatih Sultan Mehmed'in saray ile birlikte
yaptırdığı Çinili Köşk'tü. Çinileri ve eyvanlı merkezi
planıyla Timurlu mimarisi hatlarını taşıyan bu sefa köşkünün
geniş arsasına II. Abdülhamid Dönemi'nde arkeoloji müzeleri
yerleştirilmiştir. Sarayburnu'nda kuleli ve toplu bir kapı
nedeniyle geç devirde Topkapı ismini alan Saray-ı Cedid'in bu
kapısının önünde, 16.yüzyıl başından kalan revaklı Mermer
Köşk'ten başlamak üzere, Marmara kıyısına 18.yüzyıl ve
sonlarında yapılmış ahşap ve yazlık Rokoko üsluplu sahilsaray
vardı. 1860'larda yanan ve demiryoluna harcanan bu sarayın
ilerisinde sur üzerinde altyapısı görülen İncili Köşk ise,
sadrazam Koca Sinan Paşanın mimarbaşı Davud Ağa'ya yaptırıp,
III. Murad'a sunduğu muhteşem bir seyir köşküydü. Sarayı
çeviren Marmara suru, Balıkhane ve Ahırkapı gibi işlevlerini
belirten iki kapı ile bitmekteydi; sarayın büyük ahırlarını
içeren bu köşkteki yapılaşmadan günümüze sadece III. Osman
Devrinde yapılan fener ulaşmıştır. Gülhane Hatt-ı Hümayun'unun
okunduğu Hasbahçe'nin bu yönünde Bizans Dönemi'nde de aynı
amaçla kullanıldığı sanılan bir Cirit Meydanı, İshak Paşa ve
Gülhane Kasırları gibi yapılarla Bizans'ın Manganlar Sarayı
kalıntılarının olduğu görülür. I. avluda, Bab-ı Hümayun'u Bab-üs
Selam'a bağlayan ağaçlı yolda sultanların seferden dönüş ve
gidişleri, Cuma Selamlıkları gibi törensel günlerde büyük bir
ihtişamla avludan geçtikleri görülürdü.
Yeniçerilerin bu avluyu saraya karşı geldiklerinde
kullandıkları ve kapıları açtıkları bilinir. Sarayın Bab-üs
Selam denilen kuleli kapısıyla çağdaş Avrupa kulelerini
andıran ikinci kapısının belirlediği asıl saray bölümü, Sur-u
Sultani içindeki iç kaleyi oluşturur. Çeşitli yapıların sur
benzeri düz sağlam bir duvar inşaatıyla sınırlandığı ve
avlulara burç gibi çıkma yaptığı bu alan, arka arkaya üç
değişik işlevli avlu ile çevresindeki yapılarla saray bütününü
oluşturur. Sultandan başka kimsenin at üzerinde giremediği
Divan Meydanı denilen ön avlu, yapılarıyla birlikte saraydaki
devlet yönetiminin zirvesi olan bir mekândır. Bu avluda
tarihte çeşitli hayvanların da gezdiği bahçe taksimatı
arasındaki eksenlerden en önemlisi karşıda sultanı temsil eden
Bab-üs Saade Ekseni'dir. Meydana işlevini veren ve gövdesi
Fatih Dönemi'nden kalan Adalet Kulesi altındaki üç kubbeli ve
revaklı Divan-ı Hümayun ise sol kanatta bulunur. Haftada dört
gün sadrazam ve vezirlerle devlet işlerinin karara bağlandığı
bu resmi mekân, Divanhane, burada kabine toplantısı yapıldığı
gibi, elçiler de kabul edilirdi- kalem ve defterhane
bölümlerinden oluşur. Bu yapının arkasındaki çok kubbeli ve
masif duvarlı Dış Hazine ise devletin resmi hazinesini
depolamak amacıyla yapılmıştır. Sadrazam tarafından
kullanılabilen bu hazineden ayrıca yeniçerilere üç ayda bir
ulufe dağıtılır ve bunun için avluda elçilerin de hazır
bulunduğu görkemli galebe divanları yapılırdı. Saray müze
işlevini kazandıktan sonra, bu bölüm, Erken İslam Dönemi'nden
20.yüzyıl başlarına kadar olan döneme ait silahların
sergilenmesine ayrılmıştır. Burada İslam Türk ve Orta Doğu'ya
özgü silahlar da bulunmaktadır. Kubbealtı, Haliç yönünde,
gizemli Harem Dairesi'nin küçük ve silik "Arabalar Kapısı" ile
ayrılmaktadır. Divan Meydanı'nı da Haliç yönünde Hasbahçe'ye,
sultanların saraydan çıkışlarında kullandıkları Hasahır
Sistemi'ne bağlanmaktadır. Kendine ait daha alçaktaki bir
avluda yer alarak sarayı sınırlayan Hasahır'ların sarayın ilk
yapılarından biri olduğu bilinir. Sultanların az sayıdaki
seçme atını barındırmış olan bu ahır, saray yaşantısında "İmrahor"
denilen bir yöneticinin sorumluluğunda, başlı başına bir at
koşum takımı hazinesi olan raht hazinesi'ni de içerirdi.
Özellikle resmi alaylarda ve yabancı ülkelere gönderilen
hediyeler arasında görülen bu hazinenin koşum takımlarının
murassa olmasına dikkat edilirdi. Bu alanda göze çarpan bir
başka yapı da Beşir Ağa Camii'dir. Divan Meydanı'nın bu yönde
diğer bir işlevsel yapı grubu da Baltacılar Koğuşu'dur. Güçlü
gençlerden devşirme usulüyle saraya getirilen bu kadro,
sarayda teşrifatçılığın yanı sıra, her türlü taşıma işinde
selamlık ve hareme hizmet ederdi.
16.yüzyıl sonlarında genişletilerek son şeklini alan
Baltacılar Koğuşu; Divan Meydanı, Harem, Hasahır yönüne açılan
bir avlu çevresindeki hamamı, koğuşu, camii ve çubuk odası ile
özgün bir mahalle görünümündedir. Divan Meydanı'nda yapılan
işlerle temsil edilen devletin kudreti, avlunun sağ kanadında
bir revak arkasındaki anıtsal mutfak yapılarıyla anlam
kazanırdı. Boydan boya uzanan özel, ince uzun bir avlunun
Marmara tarafındaki anıtsal yapıları; günümüzde saray arşivi
ve kumaş deposu olarak kullanılan yağhane ve kiler, ahşap
Aşçılar Mescidi ve nihayet bacaların oluşturduğu görkemli
cephesiyle bu büyük şehre girişte sarayı vurgulayan
mutfaklardır. Harem'e, sadrazam ve enderun halkıyla birlikte
sultan ve harem'e hizmet veren bu dev yapıda, normal günlerde
sarayın beş bin kişiden aşağı düşmeyen halkına sürekli yemek
verilirdi. Tüm imparatorluk sahasında üretilen gıda
çeşitlerinin en kaliteli örnekleriyle donatılmış bu
mutfakların, Osmanlı kültüründe ayrı bir yeri vardır. Bugün,
Osmanlı sarayında itibar görmüş, sürekli ithal edilmiş veya
hediye olarak gelmiş Çin ve Japon seramik sanatının ürünleri
bu yapılarda sergilenmektedir. Mutfakların helvahane ve
şerbethane bölümlerinde ise Türk mutfak eşyaları ile Osmanlı
Yıldız porselenleri ve cam eserleri sergilenmektedir. Bir
zamanlar aşçıların koğuşu olan karşı binaların yerinde ise,
Avrupa porselenleri ve gümüşleri yer almaktadır. Divan
Meydanı'nı sarayda padişahların selamlık hayatının geçtiği iç
saray teşkilatının bulunduğu mekânları içeren Enderun
Avlusu'na Bab-üs Saade (kapısı) bağlar. Sultanı temsil eden
kapıda cülus, biat, bayramlaşma ayak divanı ve cenaze
törenleri yapılırdı. Bu olayların dışında sultanlar kapıyı ve
Divan Meydanı'nı kullanmazlardı. Padişah evinin cümle kapısı
olarak kapalı tutulan kapının arkasına izinsiz geçmek, mutlak
iktidara yapılan en büyük hukuk ihlâli sayılırdı. Bab-üs Saade
Ağası denilen saray sorumlusunun kontrolündeki bu baldaken
formlu geçit, günümüze 18.yüzyıl sonlarında yapılan Rokoko
düzenlemelerle ulaşmaktadır. Sarayın padişah öncülüğünde
oluşturulan selamlık bölümü Enderun, "Harem-i Hümayun" olarak
da adlandırılmaktadır. Bu bölüm, günün geçirildiği Selamlık
ile gecenin geçirildiği Harem bölümlerinden oluşmaktadır.
Devlete yüksek bürokrat ve askeri şef yetiştiren eğitim
aşamaları Enderun avlusunun biçimlenmesinde önemli rol
oynamıştır. Bab-üs Saade ağasının kontrolündeki bu bölüm
sultanın şahsına ait yapılardan ilki Bab-üs Saade
bütünlüğündeki Arz Odası'dır. Revaklı ve tek hacimli bu
sembolik mekân, sarayın ortasındaki konumuyla da Osmanlı
merkeziyetçiliğinin sembolüdür. 16.yüzyılda donatılan bu mekân
bu yüzyıl sonunda konulan baldaken taht, sultanın divan
üyelerini ve yabancı devlet elçilerini kabullerinde ve
cüluslarında kullandıkları mücevher döşemeli tahttır.
Sultanların resmi kabul salonu olan bu yapının kendine özgü
zengin dekoru ve protokolü, sultanla yüz yüze gelme şerefine
erişebilen nadir bir grubun görebildiği şeylerdi. Bu yapının
arkasında sarayda özel bir ilgi unsuru olan ve kudret sembolü
olarak da görülen süs ve av kuşlarının bulunduğu 16.yüzyıldan
kalma Havuzlu Köşk vardı. 18.yüzyıl başında III. Ahmed'in Lale
Devri'nin zarif klasik üslubuyla inşa ettirip Enderun
ağalarına vakfettiği kütüphanesi ise çıkmalı, merkezi planıyla
bir diğer sultan yapısıdır. Sultana ait yapıların bu avludaki
diğer örnekleri avlu köşelerindeki Enderun Hazinesi (Fatih
Köşkü) ve Hasoda'dır (Kutsal Emanetler Dairesi). Fatih Sultan
Mehmed'in sarayla birlikte yaptırdığı revaklı ve muhteşem
İstanbul manzarasına mermer bir terasla açılan klasik Osmanlı
konutu tipindeki kesme taştan köşkün, planına rağmen, baştan
beri Osmanlı saray hazinesi olarak kullanıldığı anlaşılır.
Arka arkaya kubbeli odaların gerisinde sultan ve enderun
ağalarına ait anıtsal bir hamamı da içerdiği bilinen bu
binaların hazine eşyasını koymak amacıyla kullanılmış geniş
bodrum katları vardır. Sultanların her türlü varidattan ve
tabi ülke harçlarından aldıkları beşte bir payın ve hanedan
haslarıyla hadika saraylarının gelirlerinin nakit bölümünü
oluşturduğu bu efsanevi hazine, aynı zamanda saltanat
mücevherleri ve takılar başta olmak üzere ihsan edilen
kürkler, hil'atlar, zengin saray giysi ve kumaşları, değerli
yazmalar, kutsal emanetler gibi saray için üretilmiş veya
hediye olarak gönderilmiş her türlü sanat eserini de içeren
bir koleksiyondu. Sarayın devlet hazinesinden ayrı olarak
finanse edildiği bu ihtiyat hazinesi ve sanat koleksiyonu,
devlet maliyesi sıkıştığında devreye girerdi. Günümüzde de
Osmanlı Hazinesi'nin teşhiri için kullanılan bu mekânlarda,
sayısız murassa eser arasında dört taht (Bayramlaşma-Cülus,
İtfariyye, Sefer ve Nadir Şah tahtları), Osmanlı hükümdarlık
sembolü olan askı ve sorguçlar, Topkapı Hançeri ve Kaşıkçı
Elması en ünlüleridir. Hazinedarbaşı sorumluluğunda hazine
koğuşu erkânıyla birlikte sultanların girebildikleri hazineden
eşya yazılı olarak çıkar ve iade edilirdi. Kullanım hakkı
hanedanda, ancak mülkiyeti millete ait olan bu hazineye
sultanların zaman zaman ecdadlarından kalan ve kendi
dönemlerinde konulan eserleri incelemek için girdikleri
bilinir. Yabancı hükümdarlardan değerli hediyeler hazineye
geldiği gibi, bu hükümdarlara aynı değerde hediyeler giderdi.
Hazine envanterinin bir bölümünü sultanların kutsal yerler
için gönderdikleri eserler oluşturmaktadır. Enderun avlusunda
sultanlara ait en önemli yapı, Hasoda'dır. 15.yüzyılda dörtlü
bir geometrik planla yapılmış bu değerli yapı, sultanların
saray selamlığındaki özel ikametgâhları idi. Arzhane,
Aslanhane, Hasoda gibi bölümlere ayrılan bu mekânda sultan
şehzadeleri başta olmak üzere enderun ağaları ile görüşür,
eğlenir, divan vezirlerini zaman zaman kabul ederdi. Bu
gelenek 17. yüzyıla kadar sürmüştür. Baştan başa çeşitli
dönemlerin çinileriyle kaplanmış olan bu bina 19.yüzyıldan
beri Kutsal Emanetler'in teşhiri amacıyla kullanılır.
Yavuz Sultan Selim'in 16.yüzyıl başlarında Memluk
İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra, Mekke ve Medine'den Hz.
Muhammed ve ilk halifelerin kutsal eşyalarını ve röliklerini
Abbasi Halifeliği kanalıyla getirip Hazine ve Hasoda'ya
aldırarak İslam halifesi olduğunu bildirmiştir. Osmanlı
sultanları için ümmet esasına dayalı bir imparatorluğun
yöneticisi olarak bu eserleri korumak ve onların temsil ettiği
ideal uğruna yaşamak başlıca yönetim prensibi olmuştur. Bu
eserler arasında Hz. Muhammed'in hırkası (Hırka-i Saadet),
kılıçları, rölikleri, Sancak-ı Şerif, ilk halifelerin
kılıçları, semavi dinlerin tarihlerinden gelen çeşitli eserler
vardır. Bu eserler, Ramazan ayının onbeşinde bir saray
töreniyle saraylılara, vezirlere ve harem halkına
gösterilirdi. Enderun avlusuna ve Harem Dairesi yanındaki
sultanların özel avlusu olan Sofa-i Hümayun Taşlığı'na açılan
Hasoda'nın bakımında görevli 40 ağa enderun mektebinin en
yüksek aşamasına gelmiş ve sultanla beraber olmaya hak
kazanmış ağalardır. Enderun avlusunun ağaların eğitim yeri ve
ikametgâhı olan koğuşları ise kenarları sınırlamaktadır.
Avluya revaklarla açılan ve içte küçük hol çevresinde koğuş ve
hamam mekânlarına sahip olan bu koğuşların eğitim kademesine
göre sıralanan bir düzeni vardı. Bab-üs Saade'nin yanlarında
acemi ağalara mahsus Büyük ve Küçük Oda koğuşları, 17.
yüzyılda II. Selim Hamamı'nın yıkılmasından sonra yapılmıştır.
Günümüzde bu koğuşta padişah ve hanedana ait elbiseler
sergilenmektedir. Hazine ile Hasoda arasındaki avlu kenarında
ise kilerler ve hazine koğuşları bulunurdu. Sultanın her türlü
yemek ve ikram hizmetlerini sağlayan bu koğuş, günümüzde
müzenin idari bölümü olarak kullanılmaktadır. Bu koğuşlardan
Hazine ve Hasoda Koğuşu, Enderun Hazinesi'nin korunduğu Hazine
Koğuşu binası, günümüzde, Osmanlı İslâm minyatür, yazı ve hat
gereçlerinin sergisinde kullanılmaktadır. Enderun avlusunda ve
özgün yapısıyla Fatih Döneminden kalan Ağalar Camii yer
almaktadır. Burada enderun ağalarının yanı sıra olduğu kadar
padişah da ibadet ederdi. 18.yüzyıldan kaldığı sanılan ve
17.yüzyıl Osmanlı çini sanatının zengin örneklerini içeren bu
üç bölümlü yapı, bugün müze kütüphanesi olarak
kullanılmaktadır. Enderun avlusunun koğuşları arasında sarayın
IV. yeri olan iç bahçe ve kasır geçişleri gibi Harem'in
Kuşhane Kapısı da bu avluya açılmaktadır. Burada ayrıca
padişaha ait özel bir mutfak teşkilatı da yer almaktadır.
Sarayın, Sarayburnu'na bakan arka bölümünde sultanın ve
ailesinin zevkine mahsus köşkler vardır. Hasoda ve Harem gibi,
sarayın hanedanını ilgilendiren özel bölümlerden biri olan
Sofa-i Hümayun terası üzerindeki mermer havuz, köşkleri
birbirinden ayırmaktadır. Seyir köşkü olmalarının yanı sıra
sohbet, giyinme ve kütüphane mekanları da olan bu köşklerden
Sünnet Odası, özellikle cephesindeki renkli sırlarla göze
çarpmaktadır. IV. Murad'ın Revan ve Bağdat fetihlerinin
anısına yaptırdığı kubbeli ve eyvanlı çokgen köşkler ise
Osmanlı klasik saray mimarlığının son örnekleridir. Revaklarla
avluya açılan bu köşklerin cepheleri de çini kaplıdır.
Eyvanlardaki sedirleri, kubbeli orta mekânlardaki mangalları
ve görkemli çini süslemeye katılan tombak ocakları ile bu
köşkler, sarayda sultanların yaşadıkları yeryüzü cennetinin
somut örnekleridir. Sultan İbrahim'in yaz akşamlarında iftar
ettiği terasta, tombak, baldaken kameriye ve havuza açılan
mermer şahnişin gibi detaylara da yer veren bu lüks terasta,
meşveret meclislerinin de kurulduğu bilinmektedir. IV. yerin
Marmara ve Sarayburnu'na bakan Lala (Lale) Bahçesi'nde ise
Hekimbaşı Odası (Başlala Kulesi) yer almaktadır. Burası,
başhekim sorumluluğunda bir ecza deposu ve dairesiydi.
|